Karantinanın gündelik hayattaki izleri: Evin e-hâli
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu Nazife Şişman (BÜ’84) ve Fatma Barbarosoğlu’nun karantina günlerinde uzaktan yaptıkları sohbetleri yazıya dökerek oluşturdukları Karantina Günlerinde Evin e-hâli, geçtiğimiz aylarda yayımlandı. “Gündelik hayatın ayrıntıları üzerine yorduk fikrimizi. Üç çocuğu da uzaktan eğitim alan, bütün dayanışma ağlarından mahrum bir kadın evde nasıl bir hayat yaşıyordu? ‘Evim evim, güzel evim’ şeklinde sosyal medyaya düşen paylaşımların gölgesinde kalan hayatlara yönelttik dikkatimizi,” ifadeleriyle kitabı yazma motivasyonlarını paylaşan Nazife Şişman ile “evlerin uzaktan halleri”ni konuştuk.
Bir filmle başlayıp yazıya dökülen duyguların kaydı
Fatma Barbarosoğlu ile iletişiminizi kitaba dönüştürme kararını nasıl aldınız, bu kitabı yazmaktaki amacınız neydi?
Fikir tamamıyla sevgili arkadaşım Fatma Barbarosoğlu’na ait. Ben sadece gösterimde olmayan “Dilsiz” filminin şifresini paylaştım, filmi eş zamanlı izledik. Dünyanın yarısından fazlası karantina altındayken, sanki bir başına kalmış gibi hissettiğimiz o yalnızlık atmosferinde film izlemek bize iyi geldi. Film hakkında konuşmaya başladık. En iyisi bu konuştuklarımızı yazılı devam edelim ve bir dergiye gönderelim diye istişare ederken bu sefer de Fatma bana bir sesli kitap kanalının linkini gönderdi. Jack London’un “Kızıl Veba” adlı öyküsünün sesli-kitap kaydının linkini: 1912’de yazılmış ve 2070’leri anlatan distopik bir öykü. Pandemi henüz başlamamışken Jack London’un “Hayatın Kanunu” hikâyesini eş zamanlı okumuştuk. Birkaç yıldır distopik metinler okuduğumuz halde “Kızıl Veba” ile neden karşılaşmamıştık? Bu sefer de bu distopik metin üzerinden salgınlar ve insanlığın durumu üzerine fikrimizi yorup yazıştık. Yazdıkça arkası geldi. Fatma, karantina günlerindeki ev zamanını merkeze alarak duyguların kaydını tutmanın önemli olduğunu o kadar vurguladı ki nihayet beni ikna etti ve elinizdeki kitap doğmuş oldu.
“Herkes “büyük resim” peşindeyken, gündelik hayatın fragmanları üzerinden sorduk sorularımızı”
Karantinaya ve evde olmaya sosyal bilimci olarak yaklaştığınızı belirtiyorsunuz, bu yaklaşımı açar mısınız?
Okumalarımın beni distopik gelecek beklentisine yaklaştırdığı, haber takiplerimin endişe ve korkuya teslim olmaya hazır kıldığı, yakınımdaki Covid-19 hastalarının üzüntüsünün kolumu kanadımı kırdığı günlerde, telefon konuşmalarıyla başlayan, e-posta yazışmalarıyla devam eden sohbetler bana şifa oldu. Sohbet şifaydı, o halde ayrıcalıklı insan duyusunun “görme” haline geldiği 21. yüzyılda, “söz”ün iyileştirici gücüne yaslanarak yeni mecralarda da sohbet iklimini muhafaza etmenin yollarını aramalıydık. Bu sebeple her şeyin henüz “an”ın içindeyken tarih olduğu hız çağında, karantinanın gündelik hayattaki izlerini kayıt altına alırken sözlü kültürü, yazılı formda ve dijital ortamda muhafaza etmeye ve sürdürmeye niyet ettik. Dünyanın yarısından fazlası karantinadayken evlerde yaşanan hayatı merceğe alarak, eğitim, iş, alışveriş her şeyin uzaktan olanını tecrübe ettiğimiz bir ortamda "Olmakta olan nedir?" sorusunu minimal ve derinlemesine gözlemlerden yola çıkarak cevaplamaya çalışırken form olarak özellikle önemsediğimiz sohbeti tercih ettik. Bizzat içinde yaşarken olmakta olan üzerinde düşünmek ayrı bir dikkat ve çaba gerektiriyor. Herkes “büyük resim” peşindeyken, gündelik hayatın fragmanları üzerinden sorduk sorularımızı.
“Bir toplumsal olay her şeyi kökten değiştirmez”
Türkiye toplumu sizce bu süreçle nasıl baş etti? Örneğin zaman zaman yaşlılara karşı nefret eylemlerinin yapıldığına şahit olduk. Bu süreçten daha çok dayanışma duygusuyla mı çıktık yoksa hayatımıza yeni kutuplaşmalar mı eklendi sizce?
Sosyal medyaya yansıyan yaşlılarla alay eden yaklaşımlar çok şükür ki genel toplumsal tavrı temsil etmiyor. Çok güzel dayanışma platformları da örgütlendi bu süreçte. Ben çok yakından tanık oldum toplumsal dayanışma örneklerine. Onların sosyal medyada “Trend Topic” olmakla, metrik performansla bir alakaları yoktu. Ama buna “toplumsal dayanışma kültürümüz” diye aşırı anlam yüklemekten ya da tam tersi eskiye ait, kaybedilmiş bir özellik olarak görüp nostaljiye kapılmaktan yana değilim. Öğrenci evlerine, kafeteryaların kapatıldığı ve henüz ne yapılacağının bilinemediği dönemde hastanelerin acil servislerine, nöbetçi sağlık mensuplarına bizzat yiyecek götüren orta ve alt orta sınıf hanımları da gördüm, terden sırılsıklam olmuş kargo görevlisine bir bardak su vermekten imtina edip, kapıya yaklaştırmayanları da. Travmatik etkiye de sahip olsa bir toplumsal olay her şeyi kökten değiştirmez. Pandeminin tuttuğu aynada yekpare değil, parçalı bir görüntü ile karşılaştık.
Kitapta pandemi öncesi teknoloji şirketlerinin ütopyası olan yeni normal hayat düzeninin şimdi gerçek olduğunu söylüyorsunuz ve şu soruyu soruyorsunuz: “Teknoloji şirketlerinin ütopyası bizim distopyamız mı oluyor?” Dijitalleşme üzerine var olan çalışmalarınıza da dayanarak sizin bu soruya cevabınız nedir? Bu ilişkiyi distopya yapan unsurlar neler?
Pandeminin “evde kal” günlerinde, sosyal/fiziksel mesafe engeli sebebiyle oluşan bütün boşlukları teknoloji şirketlerinin vaatleri doldurdu. İnternet; eğitim, yönetim, alışveriş gibi bütün işlemleri bir hâl yoluna koyma iddiasıyla hayatımızdaki yerini bir kurtarıcı edasıyla tahkim etti. Fiziksel dünyanın ağır, hantal, coğrafya ile sınırlı yapısına mahkûm olmak zorunda değildik; “dışarı”sının tehlikelerinden uzak, hijyenik, tıklanabilen, veri-merkezli bir hayat yaşayabilirdik; her ihtiyaç duyduğumuzda duruma uygun bir uygulama (app) emrimize amade idi... Vaat edilen bu hayat, pandemi öncesinde teknoloji şirketlerinin ütopyasıydı, şimdi gerçeği oldu.
“Biyoteknolojinin geldiği nokta totaliter bir sisteme geçit verebilir”
Karantina günlerinde biyoteknolojideki gelişmelerin totaliter sistemlere geçit vereceğine, bizzat virüsün ya da üretilmekte olan aşının biyo-dijital kontrol için kullanılacağına dair hem popüler haberlerle hem de akademik analizlerle karşılaştık. Güvenlik için parmak izlerimizin toplanıp veri tabanı oluşturulmasını sorun etmedik. Peki bir sonraki salgında herkesi tarayacak, hastaları ayıracak ve böylece sağlıklıları güvende tutacak bir sistem için ne gibi bir veri tabanı oluşturulmasına onay vereceğiz? Bizi güvende tutmayı vadeden böyle bir sistem için bedenimizin dışı gibi içinin de sürekli izlenmesini kabul edecek miyiz? Ya da parmak izli, retina taramalı kimlikler yerine en güncel kan ve idrar değerlerimizi mi göstereceğiz? Bu sağlık üzerinden yeni bir gettolaşmaya yol açar mı? Ülkeler, zaten başka bahanelerle dışladıkları göçmenleri, mültecileri “virüslü” oldukları bahanesiyle duvarların arkasında yokluğa mahkûm edebilir mi? Biyoteknolojinin geldiği nokta bireyin sonu, devletin ya da sistemin aşırı hükümranlığına, totaliter bir sisteme geçit verebilir. Dijital ağlar, zamanı ve deneyimi amansızca ele geçiriyor ve denetliyor. Biyoteknoloji ise uzun ömür vaadine karşın ölümü ve yaşamı ekonomik bir meta olarak kodluyor. Pandemi süreci, “Black Mirror” filmlerinde izlediğimiz distopik uygulamaların benzerlerini, sessizce, sorgulamadan kabul etmemizi sağladı diye düşünüyorum.
Pandemiyle gelen bir başka salgın: İnfodemi
Peki, sizce bu günler ileride hatıralarımızda neler değiştirecek?
Ben aradan bir ay geçmişken, kitabın düzenlemelerini yaparken bile o an yaşadıklarımızın tarih olduğu duygusuna kapıldım. Ben bile zaman zaman kendi yazdıklarımızı bir okuyucu gözüyle değerlendirdiğimde, hatıralarımda bir yolculuğa çıkıyorum. “Bunları gerçekten yaşadık mı?” diye düşünüyorum. Kitabın okuyucuda karşılık bulmasının sebebi büyük ihtimalle yaşananların o anki hissiyatla kayda geçirilmiş olması. Bu yüzden okurken pek çok yerde kendisine rastladığını, kendi hatıra defterini okur gibi okuduğunu söylüyor okuyucular. Karantina altındaki gündelik hayatın kaydını tutmanın özellikle “normallerin değişmesi” iddiası söz konusuykan çok önemli olduğunu bir kez daha idrak ettiğimi söylemeliyim. Zira duyguların yaşandığı anda kaydını tutan bu tür çalışmalar olmadığında, geleceğin sosyal bilimcileri, sadece medyaya yansıyan, sosyal medyada “olay” olan haberlerden okuyabilecekler bugünü.
Fark etmişsinizdir, pandeminin sebep olduğu korku ve kaos ortamı bir başka salgına daha sebep oldu: İnfodemi. Yani bilgi ya da daha doğrusu enformasyon/malumat salgını. Bütün mecralardan doğru yanlış, ilgili ilgisiz yoğun bir enformasyon akışıyla karşı karşıya kaldık karantina günlerinde. Konvansiyonel medya da yeni medya da bu bilgi kirliliğinden “haber” devşirdi.
Kitabın “Uzak Yakın Sohbetler” başlığını koyduğunuz bir serinin ilki olduğu anlaşılıyor. Devamında hangi konuları kitaplaştırmayı planlıyorsunuz?
Esasında bizim ilk uzaktan kitabımız Kamusal Alanda Başörtülüler. Orada ben soru soran konumundaydım daha ziyade. Karantina Günlerinde Evin Evin e-hali, “Uzak-Yakın Sohbetler” dizisinin ilk kitabı. Bitirmek üzere olduğumuz ikinci kitap, 21. yüzyılda, kaygı, korku ve beklentiler çağında ebeveyn olmanın güçlüklerine dair. Yeni yılla birlikte yayınlanmış olacak inşallah. Uzak-yakın sohbetler dizisiyle adı üzerinde sözlü kültüre, sohbete vurgu yapıyoruz. Ama bu sohbet, yazılı formda, kitap olarak eline ulaşıyor okuyucunun. Uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, uzaktan alışveriş gibi uzaktan, yani dijital ortamda yapılan bu sohbet dizisinin, dönemin ruhunu da yansıttığını vurgulamak isterim.
Nazife Şişman kimdir?
Nazife Şişman Gerede’de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi okudu. Sosyolojide lisansüstü çalışmalar yaptı. İngilizceden Türkçeye eserler tercüme etti. Martin Lings’in Hz. Muhammed’in Hayatı, Seyyid Hüseyin Nasr’ın İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Mevdudi’nin Tefhim’ül Kur’an adlı eserleri bunlardan bazıları. Çalışmaları, kimlik siyaseti, gündelik hayat, beden sosyolojisi gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Yayınlanmış eserlerinden bazıları: Kamusal Alanda Başörtülüler (söyleşi-2000); Emanetten Mülke: Kadın, Beden, Siyaset (2003); Küreselleşmenin Pençesi, İslam’ın Peçesi (2005); Harf Harf Kadınlar (derleme-2008); Günün Kısa Tarihi (2008); Başörtüsü: Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı (2009); Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında (2011); Dijital Çağda Müslüman Kalmak (2016), Mahremiyet: Hayatın Sırları ve Sınırları (derleme-2019).