Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu: "Baştan beri Eşref Gani ve ABD’nin Afganistan tahayyülleri örtüşmedi"

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde yarı zamanlı olarak ders veren, emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu’nun Afganistan'da yaşanan son gelişmelerle ilgili söyleşisi Birikim Dergisi'nde yayımlandı.

Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde yarı zamanlı olarak ders veren, emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından yaşanan gelişmeleri geniş kapsamlı olarak Birikim Dergisi’ne değerlendirdi. Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu’nun şöylesini paylaşıyoruz:

Tanıl Bora- İlkin eski tabirle manâ ve ehemmiyetini soralım Afganistan’ın? Afganistan’ın dünya için önemi ne, Afganistan’daki safahat neleri sembolize ediyor, Afganistan’ı kim niçin önemsiyor?

19. yüzyılda İngilizler Afganistan’ı “Asya’nın kalbi” olarak tanımlamışlardı. Asya’da İngilizler ve Ruslar arasında oynanan “Büyük Oyun”un kilit noktasıydı. Afganistan 20. yüzyılda Rusya-ABD arasındaki Soğuk Savaş’ta da bu konumunu sürdürdü. Her şeyden önce Afganistan güneyde Hindistan’dan Orta Asya’ya, oradan Rusya’nın içlerine; İran’dan, Kafkaslar’dan, Anadolu’dan Orta Asya’ya açılan transit ticaretinin geçit noktası. Bu ticaret Afganistan’ın kendini çevreleyen ülkelerle –Rusya, Tacikistan, Özbekistan, İran, Pakistan– ilişkilerinde hep belirleyici oldu.

skiden de bugün de, özellikle sınır ticaretinden elde edilen gümrük vergileri Afganistan’ın ana gelir kaynağı. Çok sayıda siyasi oluşumun bu zengin ticaretin gelirlerinden pay almak için yoğun rekabet içinde olmaları, ülkenin parçalı toplumsal ve siyasi yapısında aşiretleşme eğilimlerini de tayin etti ve etmekte devam ediyor. Siyasi birimler arasındaki yoğun rekabet merkezî bir yönetim kurulmasının önünde bir engel. Merkezî yönetim kurmak isteyen güçlerin sınır ticaretinden elde edilen gelirleri merkeze çekmek istemeleri kaçınılmaz. İngilizler 19. yüzyılda Afganistan’ı Hindistan’daki merkezî yönetimlerine tâbi kılmak için girdikleri iki Afgan savaşında da yenilgiye uğradılar. Uzun süre İngilizlere ve Batı’ya Orta Asya’ya geçit verilmedi, bu da Rusya’nın Orta Asya’daki süregelen etkisine ışık tutabilir.

Diğer taraftan, İngiliz yönetiminin sonrasında onların Afganistan’ın merkezi yaptıkları Kabil’in gümrük vergilerinden mahrum bırakılması, bu şehri hep dışarıdan gelecek maddi desteğe bağımlı kıldı.

Ayrıca afyon, haşhaş ve diğer narkotik ürünlerin yanısıra petrol ve çeşitli tüketim ürünlerini içeren söz konusu transit veya sınır ticaretinin yasadışı olma niteliğini unutmamak gerekir.

2000’li yıllarda Eşref Gani’nin Afganistan’da etkin bir merkezi yönetim oluşturma girişiminin akıbetini hep birlikte izliyoruz. Gani’nin 2002-2004 arasındaki Maliye Bakanlığı ve sonra da Cumhurbaşkanlığı döneminde uyguladığı merkezileşme politikalarının başında gümrük reformları, gümrük vergilerinin merkeze yönlendirilmesi, genelde vergilerin merkezileşmesi, ticari faaliyetin kayıt altına alınması geliyordu. Bu da onu yerel güçler (aşiret reislerinin ve eyaletlere yerleşmiş olan Taliban) nezdinde pek popüler yapmıyordu. Gani’nin son yıllarda eyaletlerde destek kaybetmesi ve ticari faaliyetlerden pay aldığı bilinen önceki Cumhurbaşkanı Hamid Karzai gibi siyasetçilerin popülaritelerinin artması Gani’nin ticaretin üzerindeki denetimi artırma çabalarına karşı direnişin bir göstergesi olarak görülebilir.

Ayrıca bu parçalı siyasi yapı, transit ticaretin gerektirdiği güvenliğin sağlanması işlevini (İngilizlerin Kabil’de hâkim oldukları dönemde olduğu gibi bugün de) aşiretlere ve Taliban gibi silahlı oluşumlara yüklüyordu. Bu da yerel güçlerin hem ülke siyasetinde, hem de diğer ülkelerle olan ilişkilerde önem kazanmasına sebep oldu.

Afganistan’da sınır kapılarında elde edilen gümrük gelirlerinin önemine dikkatinizi çekmek için bir örnek vereyim. Güney’de İran’ın Orta Asya ticaretinin kapısı olan Nemruz eyaletinin gümrük vergilerinden Taliban’ın elde etiği gelir yılda 235 milyon dolar, buna karşılık bu eyalete dış yardım olarak yılda sadece 20 milyon dolar giriyordu. Toplam yıllık gümrük vergilerinin getirisi ise 2 milyar dolar. Bu resmi rakam, başka güvenli kaynaklara, örneğin New York Times/NYT’nin 18 Ağustos’taki haberine göre bu meblağ 4 milyarın üstünde.

Son aylarda, haftalarda Taliban kuzeyde, kuzeydoğuda Tacikistan, Özbekistan ve Rusya’nın Hindistan ve İran ticaretlerine açılan sınır kapılarının bulunduğu eyaletleri teker teker ele geçirdi. Bunlar kuzeyde Mezar-ı Şerif şehrinin bulunduğu Balkh, Kunduz eyaletleri; güneyde İran ticaretinin kapısı olan Nemruz eyaleti. Zaten güneyde Pakistan’a açılan kapı olan Kandahar bir süredir Taliban’ın elindeydi. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Taliban’ın sınır kapılarında gümrük vergilerine el koyarak kendisine dış güçlerden bağımsız bir alan tanımlamış olması. Aynı zamanda da Afganistan’a odaklanan ticareti denetleme konumuna gelmesi de neden birçok ülkenin Taliban’ın yönetimini tanımak için adeta sıraya girdiklerini açıklayabilir.

Özetle, 15 Ağustos 2021’de yönetimi ele geçirmesinden sonra da görülüyor ki Taliban Afganistan’ın en değerli kaynağına, yani transit ticaretinden alınan vergilere el koymuş ve askeri güçlerini bu sınır kapılarının korunmasına tahsis etmiş bulunuyor. Bu aynı zamanda dış güçlerin Taliban’ı etkileme alanının (örneğin, ticaret kısıtlamaları aracılığıyla) daralması anlamına geliyor. Bu nedenle bugünlerde Batı medyasında Afganistan’da yaklaşan bir büyük ekonomik krize, eğer Batı kuruluşlarından yardım gelmezse büyük bir insanlık felaketi yaşanacağına dair haberler Batı’nın, özellikle de ABD’nin Afganistan’daki nüfuzunu kaybetmesinin paniğine işaret ediyor olabilir. Diğer taraftan, Batı’dan gelen yardımların süregelmesi Taliban’ı daha da zenginleştirirken bu yardımların tamamen kesilmesi de Afgan halkını çok sıkıntıya sokabilir.

Transit ticaretine ek olarak Afganistan’ın dünya haşhaş üretiminde çok önemli bir yeri var. Ve bu üretimden alınan vergiler –haşhaş ticaretinden alınan vergilere ek olarak– yine eyalet bazında aşiretler ve Taliban dâhil diğer siyasi oluşumların önemli gelir kaynaklarından biri.

Afganistan’ın zenginlikleri arasında maden kaynaklarına değinmeden geçemeyeceğim. Afganistan jelojik yapı itibariyle Güney Amerika’da Şili’yle benzerlik gösterir: zengin bakır, lapis, lityum madenleri ve doğalgaz kaynakları var. Çin’in bakır madenleriyle ilgili bir yatırım hamlesi var.

Burada Afganistan’ın ticari önemi ile örtüşen jeo-politik konumu ile ilgili de bir şeyler söylemek gerekir. Öncelikle Afganistan, 19. yüzyılda Rusya, 1917 Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nin Batı ile karşı karşıya geldigi coğrafyada yer alıyor. 19. yüzyılda İngilizler’le, daha sonra da II. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş döneminde ABD ile olan bu karşılaşmaların sonuçları hem Rusya hem Batılı taraflar için hep hüsran oldu. Afganistan kuzeyde Orta Asya, güneyde Hindistan arasında hep patlamaya hazır, hem Batı’nın hem Rusya’nın hep denetlemeye çalışıp sonuç alamadığı bir alan oldu. Bugünlerde yaşanan olayı, yani ABD’nin 20 yıllık bir mücadeleden sonra oradan çekilmesini bu çerçeve içinde değerlendirmek önemli. Benzeri bir yenilgiyi 1979’da başlayan işgal sonrasında 1980’li yıllar boyunca süren bir savaşın ardından çekilmek zorunda kalan Sovyetler yaşamıştı. Sovyetler’e karşı savaşta ABD’nin desteklediği aşiret liderleri ve dini gruplar –ki Taliban bunlardan biridir– Afganistan’da bugün karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal-siyasi yapının ana aktörleri olmayı sürdürmektedirler. Yine bu dönemde Sovyetler’in yanında yer alan Tacikler’in bugün de Taliban’a karşı Penjit direnişinde yer aldıklarını hatırlamak gerekir. Bu toplumsal-siyasi yapı çerçevesinde 1996’da ABD’nin desteği ile Taliban iktidara geldi. 2001’in Eylül ayında New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin El-Kaide militanları tarafından bombalanması ve Taliban’ın Afganistan’da barındırdığı El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’i Amerikalar’a teslim etmemesi ile ABD ve NATO güçleri Afganistan’ı işgal etti. Taliban iktidarı son buldu. Taliban yine bölgede ABD’nin bir kalesi olan ve 27 Amerikan üssüne ev sahipliği yapan Pakistan’a çekildi.

Diğer taraftan 2001’de Afganistan’ın Amerikan ordusu tarafından işgalini (bugün yapıldığı gibi) sadece bir Usame veya “terörist” avına indirgemek pek anlamlı değil. Öncelikle bu işgali, 2000’li yılların başlarında dünyanın farklı bölgelerinin küresel ticaret ve yatırımlara açılma süreçleri ve bu bağlamdaki güvenlik kaygıları çerçevesinde değerlendirmek gerek.

1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile ABD Soğuk Savaş’ın galibi ve küresel ekonomide tek egemen güç olarak yükselmişti. Aynı dönemde “Washington Konsensüsü”ne dayanan, farklı bölgelerin sermaye ve ürün piyasalarına açılmalarını, devletlerin ekonomiye müdahalelerinin son bulmasını öngören neo-liberal politikaları doruk yaptı. Bu politikalar dünyanın farklı bölgelerinde IMF ve Dünya Bankası’nın reform paketleri aracılığıyla dayatıldı, bu kuruluşlara borçlanma, bu reformları benimseme, ekonomilerin küresel yatırım ve ticarete açma koşuluna bağlandı. Zengin kaynaklara sahip birçok ülke de ABD ordusunun dolaysız müdahalesiyle küresel piyasalara açılmaya zorlandı. 2001’de Afganistan, 2003’te Irak ABD işgali sonucu küresel piyasalara zorla açılan bölgeler arasındaydılar. Irak’ta mesele zengin petrol kaynaklarının mega ulus-ötesi şirketlerin faaliyetlerine açılmasıydı. Afganistan söz konusu olduğunda, 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması ABD’ye Avrasya’nın merkezinde küresel kapitalizmin bekçiliğini yapabilmesini sağlayacak bir askeri güç bulundurması için bir fırsat verdi. Yoksa mesele şimdilerde iddia edildiği gibi ne bin Ladin’i avlamak ne de büyük bir alicenaplık gösterip Afganistan’da ulus-devlet oluşturmaktı.

Ne var ki hesap tutmadı. 2008 kriziyle birlikte ABD ve AB ekonomileri ciddi bir krize girdiler. Aynı zamanda Çin’in küresel ekonomide yükselmesi ile ABD dünya ekonomisindeki egemen konumunu yitirdi. Afganistan’da ve dünyanın diğer bölgelerinde 1990’lı ve 2000’li yıların ilk yarısında sermaye yatırımlarının ve ticaretin güvenliğini sağlamak amacıyla bulundurduğu askeri güç, ABD ekonomisinin kaldıramayacağı bir maddi yük haline geldi. Trump’ın Amerika’nın içe dönmesini öngören ve Afganistan’la beraber Irak’tan da askerlerini çekme, Avrupa’daki askeri harcamaları azaltma kararlarını bu çerçevede görmek lazım. Bugünlerde izlediğimiz Biden’ın Afganistan’dan çekilme senaryosu ABD’nin dünyadaki konumundaki değişimi bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Mesele ABD ekonomisinin, toplumunun önce 2008 sonra da Covid-19 krizleriyle kökünden sarsılması. Diğer taraftan, ABD ordusunun Afganistan’dan ani çekilmesi sonucu bu orduya bağımlı ve küresel ekonominin güvencesini sağlamak için oluşturulan Afgan ordusunun çökmesi, Afganistan’ın kaosa itilmesi ve ülkenin Taliban’a teslim edilmesi ne Amerikan yönetiminin ne de Amerikan kamuoyunun umurunda.

Burada geleceğe yönelik birkaç soru akla geliyor: ABD’nin askeri gücünün çekilmesiyle Afganistan’ın Çin’in Kuşak-Yol girişimi için önemi (ve Sincan’daki İslâmî harekete Afganistan’dan gelecek desteği engelleme önceliği) göz önüne alındığında acaba Çin burada bir güvenlik alanı oluşturmaya kalkar mı veya böyle bir maddi yük altına girmeyi göze alır mı? Hatırlanması gereken bir nokta da, ABD ordusunun Afganistan’da bulunması Çin yatırımları için yalnız Afganistan’ı da değil Orta Asya’daki diğer bölgeleri de – Türkmenistan, Özbekistan– güvenli kılmıştı. Hatta Obama yönetimi, ABD’nin Afganistan’a yaptığı finansal yardımı bir ölçüde azaltabilmek amacıyla ve Afgan hükümeti için bir gelir kaynağı olur düşüncesiyle Çin’in Aynak bakır madenine yatırım yapmasını teşvik etti. Bazı yazarlar (örneğin 19 Ağustos’ta NYT’de Thomas Friedman) ABD ordusunun yüksek teknolojiye dayanan gözetleme, denetleme havadan müdahale sistemlerini içeren güvenlik kalkanının eksikliğinin hissedileceğine işaret ediyorlar. Diğer taraftan, Afganistan’ın yeni rejimi Rusya’nın Orta Asya’daki, özellikle de Tacikistan’daki varlığını tehdit edecek hale gelirse, ordusunu hızla geliştirmekte olan Rusya’nın Afganistan’a askeri bir müdahalesi söz konusu olabilir mi? Veya Rusya Avrasya’nın göbeğinde geçmişte ABD’nin yaptığı gibi bir güvenlik kalkanı oluşturma işlevini üstlenir mi? Ben Orta Avrasya’da Rusya veya Çin’in askeri gücünün egemen olacağını ve eski Soğuk Savaş senaryolarına dönüleceğini düşünmüyorum. Yüksek gözetleme, ulaşım teknolojilerine sahip Amerikan ordusunun bölgedeki varlığı, –Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve de tabii ki Pakistan’daki üsleri, yakıt alma istasyonları aracılığıyla– sürecek. Bölgede Rusya’nın da Amerikan uçaklarına hava sahasını kullanması için izin verdiği de düşünülürse yeni jeo-politiğin katı ittifaklara değil daha esnek, duruma yönelik politikalara dayandığı söylenebilir. Hatırlanması gereken Orta Asya’daki Çin yatırımlarının Afganistan’daki Batı askeri gücünün sağladığı güvenlik kalkanından büyük ölçüde yararlanmış olduğudur.

Tanıl Bora- Eşref Gani yönetiminin basitçe "Amerika veya Batı himayesinde bir kukla yönetim" olarak görülemeyeceğini düşündüğünüzü daha önce yazdıklarınızdan biliyoruz. Eşref Gani yönetiminin siyasi işlevini, ufkunu, meşruiyet zeminini nasıl tarif edersiniz?

Kukla tanımı Eşref ve onun yönetimine hiç mi hiç uymuyor. Gani’nin kimliği ve son 20 yılda Afganistan’a katkıları ışığında, biraz da ayıp oluyor. Zaten kukla olmadığı için başına bu kadar iş geldi ve geliyor, bu kadar töhmet altında bırakılıyor. Adeta bir günah keçisi haline sokuldu. Afganistan’da hem yönetimde hem de ABD askerleri çekilirken yaşanan kargaşanın tek sorumlusu ilan edildi. Burada gazetecilerin, devlet adamlarının biraz durup düşünmeleri gerekir: ne oldu da bu çok değerli, donanımlı, vatandaşlık hakları, kadın hakları savunucusu, ülkesi için bağımsız bir gelişme yolu arayan bu aydın kişi, en ağır, ağıza alınmayacak ithamların hedefi yapıldı?

Eşref Gani’nin nasıl bu duruma getirildiğini anlamak için sanıyorum onun 20 yaşında ayrıldığı Afganistan’a 11 Eylül 2001 sonrasında dönüş hikâyesine ve son 20 yıldır Afganistan’da olan bitene bakmamız gerekiyor. Eşref Gani’nin Afganistan’da siyasete atılması tam anlamıyla başta 11 Eylül’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan terörist saldırı olmak üzere o dönemde yaşananların beklenmedik bir sonucu.

Geçerken şöyle bir parantez de açmak isterim: Afganistan gibi Batı emperyalizminin kilit noktalarını oluşturan bölgelerde olup biteni bu bölgeler konusunda ana kaynak olan Batı medyası ve Batılı uzmanlar, “jeopolitik” kaygılar ışığında veya büyük güçler açısından değerlendirme eğilimindeler. Bu 19. yüzyıldan beri süregelen bir alışkanlık. Bu yaklaşım bölgelerin iç dinamiklerini, tarihsel olayların beklenmedik neticelerini, arızilikleri göz önüne almamızı engelliyor. Yani, bu bölgelerde kişilerin belirli roller oynamaları, olayların “büyük strateji” veya “büyük oyun” çerçevesinde seyretmesi bekleniyor – bu olmadığında ise fantezilere başvuruyor, gerçekliğin beklentilerimiz doğrultusunda olduğuna kendimizi inandırıyoruz. Eşref Gani’nin ABD’nin kuklası olarak tanımlanması da ABD işgali çerçevesinde bir beklentiyi ve bahsettiğim bu zihniyet yapısını yansıtıyor.

Baştan beri Eşref Gani’nin ve ABD’nin Afganistan ilgili tahayyülleri örtüşmedi, hatta çatıştı. Her iki taraf da kendi amaçlarına hizmet eder ümidiyle birbirleriyle işbirliği yapmaya çalıştılarsa da bu sözde işbirliği görünümü dramatik şekilde çöktü. Bundan Eşref Gani ve Afganistan büyük zarar gördü.

Söyleşinin devamına ulaşmak için tıklayınız.

 

  • Prof. Dr. Huricihan İslamoğlu